• Nombre de visites :
  • 2457
  • 21/11/2016
  • Date :

Vefanın Hazin Ayrılışı

vefanın hazin ayrılışı
O, vefalıların belini büken çileyi bırakıp gitti. Bütün aşıkların tutkunu olduğu bir çileyi...
Gecenin zifirileştiği saatlerdi.

Bir kaç vefalı adam, Vefa'yı omuzlamışlar, vefasızlık karanlığında ilerliyorlardı.

Kapkaranlık olduğu halde emin adımlarla yürüyorlardı. Karanlık onların görmesine engel değildi. Onlar zaten baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmeye alışmış insanlardı.

Karanlıkta yollarını şaşıracak olsalardı, onca müddei arasından seçilip, süzülüp, elenerek burada bulunmazlardı.

Vefa yorgun bir çiçekti. Yorgun ve bağrı yaralı...

Daha taptaze olmalıydı. Daha böyle bitkin düşmesi için çok erkendi. Daha yeni filizlenmişti. Daha yeni bir kaç gonca sunmuştu... Goncalarının açmasını seyredecekti henüz…

Çok erken değil miydi?
Gülleri daha goncayken, Vefa neden bu kadar acele etmişti?
En önde giden adam iç çekerek söyleniyordu: Çok erken gidiyorsun Vefa! Çok erken!

.

Evet neden? Neden böyle alelacele gidiyordu Vefa!

Hem neden hayatını ışıktan alan bir çiçek, gece yola çıkıyordu?

Onun meskeni, Güneş'in her sabah ilk uğradığı bahçe değil miydi?

O, gündüzleri Güneş'in sevinci, geceleri Ay'ın saadeti değil miydi?
.
Vefa karanlıkta yola çıkmıştı. Bütün şehir karanlıktı.

Çok karanlıktı. Güneş'in onca dolaştığı, gözleri kamaştırdığı o şehri, öyle bir karanlık basmıştı ki vicdanlar yüz yüze gelebilecek kadar bile ışık bulamıyordu.

Vefa nasıl kalabilirdi ki?
Güneşten beslenen bir çiçek güneşsiz ne kadar dayanabilir, ne kadar kalabilirdi? Tutalım ki üç gün veya altı gün kalsın, daha fazla kalamazdı…

Güneş'in yokluğunda, gerçi Ay vardı ama onun da yüzü perdelenmiş, yolu kesilmişti…

Vefa böyle bir dünyada kalıp da ne yapacaktı?
Vefa, birkaç vefalı adamın vefasızlığın ağır yükü altında ezilmiş omuzlarında gidiyordu…

Adım adım, hasret hasret gidiyordu...
Solmuş, kurumuş ve hiç ağır olmayan Vefa'yı taşımak onlar için o kadar zordu, o kadar ağırdı ki, sanki dağların taşıyamadığı bir yükü taşıyorlardı!

.

Güneş çıkıp gitmiş ve Ay şimdi Vefa'yı Güneş'e doğru götürmekteydi.
Hep böyle değil midir zaten? Bütün çiçekler ayın tesellisiyle, sabahın güneşini beklemezler mi?

Ay akşamdan ellerini tutar, sabaha kadar adım adım güneşe doğru yürütür onları…

.

Vefalı adamlar, şehrin karanlığından biraz uzaklaştıklarında, durdular. Vefa omuzlardan indirildi. Ay’ın vefalı kolları üzerinde kıbleye döndü.

Ay, kollarında Vefa ile gökyüzüne baktı. İki gözlerinden sağanak yağmur gibi su boşalıyordu. Söyleyecek o kadar çok sözü vardı ki, onca sözü ancak sükut diliyle anlatmak mümkün olabilirdi. Bu yüzden o da sükut dilini seçmişti.

Tarih sağır, tarih kördü ama Ay her şeyi anlattı. Uzun uzun anlattı… Öyle bir dille anlattı ki sesi sadece duymak isteyenlerin kulağına ulaşacaktı… Her ne kadar konuştuğu da oldu ama daha çok sükut diliyle anlattı.

.

Ay, Vefa’ya vefalıydı elbet.
Lakin vefalı olmak her zaman yeterli olamıyor. Ay ne kadar vefalı olsa da bazen bulutların ardında durup sabretmek zorunda kalabilir.

.

Ah sabır ah...!!
O gece karanlıkta yol bulan aydınlık vefakarlarının her birinin sırtında kocaman bir dağdı sabır!

Zaten bu yüzden her birinin beli bükülmüştü. Kametleri iki büklüm duruyorlardı.

.

Ay, kolları üzerinde Vefa ile dururken, birden bire irkildi! Güneş, fena perdesiyle kapattığı yüzünü göstermeden, iki ellerini Vefa’yı teslim almak için açıvermişti.

Artık gelmiş geçmiş en büyük ayrılık bitmek üzereydi. Vefa, Güneş'in bağrına çekilmeli, böğründeki hasret yaralarını vuslat merhemiyle teskin etmeliydi.

Ondan sonra yeryüzü hiçbir zaman böyle bir çiçeğe ev sahipliği yapmayacaktı…

Vefa, sınanan insanlığın vefasızlık yaralarıyla birlikte süzülüp gitti... Öyle gitti ki arkasında dokunulacak bir işaret bile bırakmadı...

Arkasında bir işaret bırakmadı lakin O'ndan geriya kalan vefa yolu oldu. O, vefalıların belini büken çileyi bırakıp gitti. Bütün aşıkların tutkunu olduğu bir çileyi...
 
İlahiyatçı Ersan Baydemir


  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)