İslam’da Tasavvuf ve İrfan -5
Müslüman her zaman için görevinin ne olduğunu bilen ve bu görevini eda yolunda sarsılmadan yürüyen kimsedir. Aksi takdirde Musa'ya kucak açarken İsa'dan yüz çeviren zavallıların konumuna düşeriz.
Nitekim Şiilerden birisi İmam Sadık'a saltanat teklifini kabule davet ederken imam, "Ne zaman bizim zamanımızdır ve ne de sen bizim dostlarımızdansın" diye cevap vermiştir. İşte bu yüzden siyaset sahnesinden el çekmiş, ilmi ve ibadi işlere yönelerek adeta yeni bir toplum ihya etmeye çalışmışlardır.
Bu esnada zühd, nasihat, hikmet ve felsefe ile ilgili birçok İran, Hind, Süryani kitaplar Arapçaya tercüme edildi. Sokrat Eflatun ve Aristo'nun felsefi fikirleri Mısır'da neşv-ü nema bulmuş, değişmiş ve irfani bir renk kazandıktan sonra Müslümanlar arasında yayılmıştı.
Bu fikirlerin yayılması, zamanın değişmesi, zalimlerin galebesi ve cahillerin fitnesi sebebiyle bazıları riyazet ve nefis tezkiyesine yöneldi ve böylece Hasan-i Basri (ö. h.llO) Rabia-i Advi-ye (ö. h. 185) Ebu Haşim-i Sufi (ö. h. 179) Süfyan-i Sevri ve İbrahim Ethem-i Belhi (ö.h.161) Malik-i dinar vb. kimseler ortaya çıktı.
Bu insanlar tevbe, var'a, zühd, fakirlik', sabır, tevekkül, rıza, nefsle cihad, ve tezkiyeyi her şeyden öne geçirdiler. Bunların tasavvufunu bu yüzden aslında "tasavvufu-u zahidane" olarak adlandırmak gerekir.
Bu tasavvuf da yavaş yavaş gelişti ve Beyazid-i Bestami (ö. h, 23) Hüseyin Mansur-i Hallaç (ö. h. 309) Sehl-i Tüs-teri (ö. h. 283) Ebu Said Ebil Hayr gibi insanların zuhuruyla da tasavvuf-i âşıkane ortaya çıktı. Zira bunlar seyr-ü suluka talep, aşk istiğna, tevhid ve hayretten başladılar.
Sadr-ı İslam'a yakın olan, şeriata bağlı olan ve bazen diğerlerinden daha çok namaz oruç ve hac gibi ibadetlerle meşgul olan ve sözlerini mermuz ve zor bir ifadeyle beyan eden zahid mutasavvıflara hiç kimse itiraz edemiyordu.
Ama aşık mutasavvıflar ortaya çıkıp şeriatın cennet, cehennem, kaza, kader, levh ve arş gibi terimlerini arifane bir dille beyan edince sıradan Müslümanların saldırısına uğradılar. Böylece arif ve sufıleri tekfir etmeye başladılar. Bu aşık mutasavvıflar gerçi Kâbe’yi ziyaret ediyorlardı; ama onlar kalben Kâbe’ye değil, Kâbe’nin sahibine teveccüh ediyorlardı.
Aslında evin sahibiyle aşina olmak gerek." (Şinaht-i İrfan Dr. Ali Asgar-i Halebî, s.20-31)
Biz genel olarak zahid veya aşık mutasavvıflar hakkında söylenen sözlerin binde birinin dahi doğru olmadığını inanıyoruz. Zaten ileride örnekleriyle de sunacağımız üzere birçok insanlar tahrif edilmiş ve haklarında olmadık şeyler söylenmiştir. Bu yüzden bu gibi hususlarda hüküm verirken kesinlikle pervasız olmamak gerekir.
Örneğin Mevlana bakında söylenenlerin binde biri dahi doğru değildir. Hakeza Muhyidin-i Arabî vb. insanlar için de durum aynıdır. Elbette bu insanların masum olmadıklarını da biliyoruz. Ayetullah Cevadi-i Amuli'nin de dediği gibi mesela onun "Musevi" hikmetindeki görüşlerini kabul etmiyoruz.
Ama bu Muhyiddin-i Arabî gibi büyük bir insanı tekfir edip dışlamayı gerektirmez. Nitekim İmam da Muhyiddin-i Arabî’nin beğenmediği görüşleri olduğu halde onu dünyaya tanıtmış ve Gorbaçov’a yazdığı tarihi mektubunda deha sahibi insanları Muhyiddin-i Arabî’nin kitaplarını Kum'da okumalarını söylemiştir.
İslam’da Tasavvuf ve İrfan -1
İslam’da Tasavvuf ve İrfan -2