• Nombre de visites :
  • 930
  • 5/11/2012
  • Date :

PEŞAVER GECELERİ:İslâm ve İmanın Farkı

peşaver geceleri:islâm ve imanın farkı

SEKİZİNCİ OTURUM

(1 Şaban 1345 Cuma akşamı)

(Yatsı namazını kıldığım bir sırada muhterem beyler geldiler, namazdan hemen sonra yapılan çay servisinin akabinde oturum başladı.)

Seyyid: Geçen akşam sizin gibi birine hiç de yakışmayan bir takım şeyler söylediniz. Bu sözleriniz Müslümanların birlik beraberliğine ve onların ikiye bölünmesine sebep olmaktadır. Sizin de bildiğiniz gibi nifak ve ihtilaf Müslümanların yok olmalarına neden olduğu gibi, ittifak ve birlik de Müslümanların azamet ve üstünlüğüne neden olmaktadır.

Davetçi: (Şaşırarak) Hangi sözlerimin Müslümanların parçalanmasına neden olduğunu beyan ederseniz çok iyi olacak. Eğer sözünüz doğru ise ve benden bir gaflet hasıl olmuşsa, ben de öğrenmiş olurum. Aksi takdirde cevap vererek problemi halletmeye çalışayım.

Seyyid: Açıklama yaparken Müslümanları, “müslim”‌ ve “mümin”‌ diye ikiye ayırdınız. Halbuki bilindiği gibi Müslümanların hepsi birdir ve “La ilahe illâllah Muhammed’un resulullah”‌ (Allah’tan başka İlah yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir) diyen herkes kardeştir. Onları birbirinden ayırmak asla doğru değildir. Müslümanları parçalamak İslam’a zarar verir. Sizin gibilerin sözleri neticesinde Şiiler kendilerini “mümin”‌, bizleri ise “müslim”‌ olarak nitelendirmektedirler. Nitekim Hindistan’da Şii Müslümanları “mümin”‌, Sünni Müslümanları ise “müslim”‌ olarak adlandırmaktadırlar.

Halbuki bilindiği gibi iman ve İslâm birdir. Zira İslâm teslimiyet ve şer’i hükümleri kabulden ibarettir. İmanın manası ve tasdikin gerçeği de budur.

Bu yüzden ümmetin cumhuru (ekseriyeti), İslâm’ın iman ile aynı olduğu ve imanın İslâm’ın apaçık bir gerçeği olduğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Dolayısıyla iman ve İslâm’ı birbirinden ayırmakla cumhurun aksine konuşmuş oldunuz.

İslâm ve İmanın Farkı

Davetçi: (Biraz sessiz durduktan sonra, tebessüm ederek) Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum. Evvela; sözünüzde işaret edip kast ettiğiniz cumhur, ümmetin geneli manasına değildir. Cumhurdan maksat Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in sadece bazısıdır.

İkinci husus; iman ve İslâm hakkındaki beyanınız yeterli değildir. Zira bu konuda sadece Ehl-i Sünnet ve Şia arasında görüş farklılığı yoktur. Eş’ariler, Mutezileler, Hanefiler ve Şafiiler de bu konuda farklı görüşlere sahiptirler. Ne yazık ki vaktin dar olması hasebiyle burada farklı fırkaların bütün görüşlerini rivayet etmek imkanımız bulunmamaktadır.

Üçüncü husus; sizler de alim ve Kur’ân ehlisiniz, Kur’ân ayetlerini biliyorsunuz, neden böylesine avamca sorular soruyorsunuz? Belki de beylerin maksadı bu oturumun vaktini almaktır! Yoksa burada istifade edebileceğimiz daha birçok önemli konu vardır. Sizin gibilerden böylesine çocukça itirazlar beklenilemez. Benim iman ve İslâm’ı ikiye ayırıp ikilik yarattığımı iddia etmeniz size yakışmaz!

Halbuki bilindiği gibi bu ayırımı bizzat Kur’ân yapmıştır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Bedeviler “inandık”‌ dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, ama bilindiği gibi “teslim olduk”‌ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.”‌[1]

Elbette bildiğiniz gibi bu ayet “Beni Esed”‌ Araplarını kınamak için nazil olmuştur. Onlar bir kıtlık yılında Medine’ye gelerek iman ve İslâm izharında bulunmuş, şehadet (La ilahe illâllah) kelimesini söylemişlerdi. Halbuki bilindiği gibi onlar Medine’nin nimetlerinden istifade etmek için İslâm’a girmişlerdi. Bu ayet onları tekzip etmektedir.

Bu ayetin zahiri hükmü gereği Müslümanlar ikiye ayrılmaktadır; Müslümanlardan bir grup kalpten iman edip gerçeklere inanmıştır; bunlara “mümin”‌ denir. Diğer grup ise bir takım korku, tamah ve benzeri hedefler için zahirde şehadet kelimesini söylemiş, Müslüman olduklarını ifade etmişlerdir. Ama bilindiği gibi onların kalbinde manevi iman ve İslâm gerçeğinden bir iz yoktur. Onlarla muaşerette bulunmanın izni de zahire göre verilmiştir. Ama bilindiği gibi Kur’ân hükmü gereği ahirette onlar için bir sevap yoktur. O halde sadece şehadet getirmek ve zahirde İslâm’ı kabul etmek manevi sonuçlar doğurmaz.

Seyyid: Bu beyanınız doğrudur, imansız İslâm’ın (teslimiyetin) hiçbir değeri yoktur. Nitekim İslâmsız imanın da hiçbir faydası yoktur. Allah-u Teala Kur’ân’da şöyle buyuruyor:

 “Size İslâm’a girdiğini söyleyene, sen mümin değilsin deme.”‌[2]

Bu ayet bizim zahire göre hüküm vermemiz gerektiğini gösteren en büyük delildir. Her kim “La ilahe İllallah, Muhammed’un resulullah”‌ (Allah’tan başka İlah yoktur ve Muhammed O’nun resulüdür) derse, onu temiz, mukaddes ve kardeşimiz sayarız; onun iman etmiş olduğunu reddetmeyiz. Bu, İslâm ve imanın birliğini gösteren en iyi delildir.

Davetçi: Evvela; bu ayet belli bir şahıs hakkında nazil olmuştur; o da Üsame bin Zeyd veya Muhallem bin Cüsame-i Leysi’dir ki savaş meydanında “La ilahe illâllah”‌ (Allah’tan başka İlah yoktur) diyen birini, korkudan söylediğinden dolayı öldürmüştü. Ama sizin de onayladığınız gibi ayet umumu ifade etmektedir. Bu yüzden apaçık bir aykırı amel ve zaruriyatı inkar ve dinden uzaklaşma gibi bir durum görmedikçe, bütün Müslümanları temiz bilir ve onlarla muaşerette bulunuruz. Zahiri hükümlerden öteye geçmez, batınları ile ilgilenmez ve kendimizi insanların batınını araştırmakla görevli kabul etmeyiz.

İmanın Mertebeleri

Gerçeklerin keşfi için bu konu üzerinde biraz izahta bulunmak istiyorum, o da şu ki; iman ve İslâm arasında farklılık olarak umum-u mutlak ve umum-u min vech (bir açıdan genel ve özel ilişki türü) vardır.[3]

İmanın birçok mertebesi vardır, Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen rivayetler, ihtilafları ortadan kaldırmakta ve apaçık gerçeği keşfetmektedir.

Amr-i Zübeyri’den naklen, İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“İmanın birçok halet, derece, tabaka ve mertebeleri vardır; onlardan bazısı, noksanlığı açık olan eksiktir; bazısı, üstünlüğü fazla olan ağır basandır; bazısı, tamamlığı nihai derecede olan tam ve kamildir.”‌

Nakıs iman insanın kendisiyle küfür dairesinden çıkıp Müslümanlara katıldığı, böylece de can, mal, namus ve kanını koruma altına aldığı imanın ilk mertebesidir.

Ama bilindiği gibi hadisteki racih (üstünlüğü ağır basan) iman; imanın bazı sıfatlarına sahip olması vasıtasıyla o sıfatlara sahip olmayan kimsenin imanından üstün olan bir kimsenin imanıdır. Bu sıfatlardan bazısına “Kafi”‌ ve “Nehc’ül- Belağa”‌ gibi hadis kitaplarında menkul hadislerde işaret edilmiştir. Nitekim Cafer bin Muhammed Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz Allah-u Teala imanı yedi şey üzere karar kılmıştır: İyilik, doğruluk, yakin, rıza, vefa, ilim ve hilim. Daha sonra Allah-u Teala bu sıfatları insanlar arasında bölmüştür. öyleyse bu yedi kısım iman (özellik) olan kimde olursa, o kamil mümindir.”‌

O halde bu iman sıfatlarından bazısına sahip olanın imanı, bu sıfatların hiçbirine sahip olmayan kimsenin imanına tercih edilir.

Ama kamil iman, bütün övülmüş sıfat ve beğenilmiş ahlaka sahip olan kimsenin imanıdır. O halde İslâm, imanın ilk derecesi olan Allah-u Teala’nın birliği ve Muhammed (s.a.a)’in nübüvvetine ikrar etmekten ibarettir. Ama din ve imanın hakikati, böyle bir insanın kalbine henüz girmemiştir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetinden bazısına şöyle buyurmuştur:

“Ey diliyle Müslüman olduğunu söyleyip de kalbine iman ihlası girmemiş topluluk!”‌

Şüphesiz iman ve İslâm arasında fark vardır. Ama bilindiği gibi biz de insanların batınını bilmekle görevli değiliz. Ben dün gece de Müslümanların arasına ihtilaf ve ikilik tohumunun atılması gerektiğini ima eden bir söz söylemedim. müminin alametinin, amelleri olduğunu söyledim. Ama bilindiği gibi bizim Müslümanların amellerini teftiş etme gibi bir görevimiz yoktur. Lakin gafil olanları amel etmeye sevk etmek ve zahirden batına, suretten manaya yönlendirerek imanın apaçık gerçeğine ermelerini sağlamak için mutlaka imanın alametlerini anlatmak zorundayız. Böylece ahirette kurtuluşun sadece amel ile olduğunu bilsinler. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“İman; dil ile ikrar, kalp ile itikat ve organlarla amel etmektir.”‌

O halde dil ile ikrar ve kalp ile itikat; amelin ön hazırlığıdır. Dolayısıyla “La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah”‌ (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir) diyen, ama farzları terk eden ve nehiylerden uzak durmayan bir kimseyi mümin sayamayız. Lakin zahirde onu kendimizden uzaklaştırmaz, onunla İslâm çerçevesinde muaşerette bulunuruz.

Ama öte yandan da bu dünyanın bir hazırlık aşaması olduğunu, ahiret aleminde böyle bir insanın kurtuluşa eremeyeceğini de biliyoruz. Orada kurtuluş sadece halis ve salih amellerle mümkündür. Nitekim “Asr”‌ suresinde şöyle buyurulmaktadır:

“Asr’a and olsun ki, iman edenler ve salih amelde bulunanlar dışında tüm insanlar hüsrandadır.”‌

O halde Kur’ân hükmü gereği imanın esası salih ameldir; ameli olmayanın dil ve kalple inancı olsa da iman etmiş olduğu söylenemez.

Ehl-i Sünnet Kur’ân-ı Kerim’in Aksine Şii Müslümanları Reddetmektedir!

Burada bizzat kendi sözlerinizi senet alarak şöyle diyorum; eğer sizler zahire hükmediyor ve “La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah (s.a.a)”‌ (Allah’tan başka İlah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir) diyeni Müslüman, mümin ve kardeşiniz sayıyorsanız, o halde neden Allah-u Teala’nın birliğini ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nübüvvetini ikrar eden, bir kıble ve bir kitaba inanan, farzları nafileleriyle yerine getiren, namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, haramlardan kaçınan, humus ve zekat veren ve cismani dirilişe inanan Şii Müslümanları ve Ehl-i Beyt (a.s) taraftarlarını kafir, müşrik ve Rafızi sayarak, kendinizden uzaklaştırıyorsunuz? Harici, Nasibi ve Emevilerin tebligatlarının etkisinin halen üzerinizde olması gerçekten şaşırtıcıdır!

Aslında Müslümanları asıl ikiye bölen ve nifak çıkaranlar sizlersiniz. Çünkü sizler yüz milyondan fazla Müslüman, mümin ve muvahhidi reddediyor, onları kafir, müşrik ve Rafızî sayıyorsunuz.

Halbuki bilindiği gibi onların müşrik ve kafir olduğuna dair en küçük bir deliliniz de yoktur. Dedikleriniz hep iftira, konuları karıştırma ve safsatadır.

Kesin olarak bilin ki; bu tahrikler, Müslümanları bölüp parçalamak ve onlara hakim olmak isteyen dış güçlerinin oyunudur.

İmamet ve velayet dışında, ahkam ve kaide usullerinde hiçbir ihtilafımız yoktur. Eğer ahkamın teferruatındaki ihtilafları söyleyecek olursanız, bu tür ihtilaflar bizden çok, bizzat kendi dört mezhebiniz arasında daha şiddetlidir. Şu anda Hanefilerin; Malikiler, Şafiiler veya Hambelilerle var olan ihtilaflarını saymayı yararlı görmüyorum. İlahi adalet mahkemesinde Şii Müslümanların, şirk ve küfürlerine dair ikame edebileceğiniz iftira ve bağnazlık dışında bir delilinizin olduğunu sanmıyorum.

Ehl-i Sünnet kardeşlerin gözünde Şii Müslümanların affedilemeyecek tek günahı; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadislerini, hüküm ve emirlerini, kendi heva heves ve kıyaslarıyla değiştirmemesi ve kendi fakihlerinizin, hatta büyük halifelerinizin bile reddettiği Ebu Hureyre, Enes ve Semure gibileri, kendisi ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) arasında aracı kabul etmemesidir. Haricilerin, Nasibilerin ve Emevilerin tahrikine kapılarak onların Şiiler hakkında attıkları iftiraları maalesef ciddiye almış ve büyük saymışlardır.

Şiilerin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i İzlemelerinin ve Dört Mezhep İmamını Taklit Etmemelerinin Nedenleri

Şiiler bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle Ehl-i Beyt (a.s)’ı izlemektedir. Şiiler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bizzat ümmetine açtığı kapıyı kapatmayı câiz görmüyor, gönüllerinin istediği bir kapıyı da açmıyorlar. Ehl-i Sünnet’in Şiilere yaptığı en büyük itirazları; neden dört mezhep imamlarını değil de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olan on iki İmamı taklit etmeleridir.

Halbuki bilindiği gibi sizler Müslümanların usulde Eş’ari veya Mutezili, füruda ise Maliki, Hanefi, Hanbeli veya Şafii olması gerektiği hakkında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den asla bir delil getiremezsiniz.

Ama bilindiği gibi tam aksine bizzat sizin ravilerinizin de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den rivayet etmiş olduğu birçok rivayet (ki bizde mütevatirdir), Ehl-i Beyti Kur’ân’la eşitlemekte ve ümmete Ehl-i Beyt’i takip etmeyi emretmektedir. Sekaleyn, Sefine (Gemi), Hıtta Kapısı ve önceki geceler yeri geldiğinde senetleriyle birlikte takdim ettiğim diğer birçok hadis bunu göstermektedir. Bunlar sizin alimlerin muteber kitaplarında yer alan ve Şiiler için en büyük sağlam senet olan rivayetlerdir.

O halde siz de kendi kitaplarınızdan bile olsa usulde Eb’ul- Hasan Eş’ari, Vasıl bin Ata ve benzerlerini; füruda ise, dört mezhep imamlarınızdan birini takip etmek gerektiğini emreden bir tek nebevi hadis söyleyebilir misiniz?

Beyler, biraz da olsa adet ve bağnazlıklarınızı kenara itiniz, Şii Müslümanların ne günahı var! Eğer sizin kitaplarınızda Ehl-i Beyt’i takip etmek gerektiğini söyleyen muteber rivayetlerden yüzde biri dahi mezhep imamlarınızdan biri hakkında rivayet edilmiş olsaydı biz de kabul ederdik.

Resulullah (s.a.a)’in Emri Üzere Ümmet Ehl-i Beyt’e Uymalıdır

Ama ne yapalım, bütün muteber kitaplarınız, bizim inançlarımızı teyit etmektedir. Eğer hepsini tek tek zikretmek icab ederse aylarca vaktimizi alır. Örnek olarak aklıma gelen bir rivayeti size rivayet edeyim; böylece Şii Müslümanların gittikleri yoldan başka bir çarelerinin olmadığını anlayasınız.

Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”‌ kitabının 4. bölümünde İbn-i Abbas’tan naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ya Ali, ben ilim şehriyim, sen de onun kapısı. Şehrime gelmek isteyen kapıdan girmelidir; sana buğzettiği halde beni sevdiğini söyleyen yalan atıyor; çünkü sen bendensin ve ben de sendenim; etin benim etim, kanın benin kanım, ruhun benim ruhum, batının benim batınım, zahirin benim zahirimdir. Sana itaat eden saadete erer, isyan eden şekavete düşer, seni seven kazanır, sana düşmanlık eden zarar eder, seninle olan kurtulur, senden ayrılan helak olur. Senin ve soyundaki İmamların benden sonraki misali; Nuh’un gemisi misalidir; ona binen kurtulmuştur, kaçınan ise boğulmuştur. Sizin misaliniz yıldızlar misalidir; kıyamete kadar bir yıldız gizlenince diğer bir yıldız ortaya çıkar.”‌

Şia ve Ehl-i Sünnet’in ittifak etmiş olduğu “Sekaleyn”‌ hadisinde de şöyle buyurulmaktadır: “Eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne sarılırsanız, asla sapıklığa düşmezsiniz.”‌ Bu hadisi sizin güvenilir ravileriniz farklı yollarla rivayet etmişlerdir. Nitekim önceki geceler bazı ravilerinize, senet zincirlerine ve muteber kitaplarınıza işaret etmeye çalıştım.

Şimdi vakit el verdiği kadarıyla gerçeği ispat etmek için tekit olsun diye arz ediyorum ki; Mutaassıp İbn-i Hacer Mekki “Savaik”‌ kitabının 11. babının ilk bölümünün zımnında, 92. sayfada, “Onları tutuklayın, çünkü onlar sorguya çekilecekler.”‌[4] ayetinin Tefsirinde bu konuda araştırma yapmıştır. Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi de “Yenabi’ul- Mevedde”‌ kitabının 59. babında (İstanbul baskısı) 296. sayfada Savaik’ten naklen bu hadisin çeşitli yollarla rivayet edildiğini itiraf etmektedir. Nitekim İbn-i Hacer şöyle diyor: “Sekaleyn hadisi birçok yoldan ve Resulullah (s.a.a)’in 20’den fazla ashabından rivayet edilmiştir.”‌

Bu yollardan bazısının Arafe, bazısının Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ölüm döşeğinde yattığı ve odasının ashabıyla dolup taştığı zamana ve bazısının da Veda hutbesine kadar uzandığını söylemektedir. İbn-i Hacer daha sonra kendi inancını şöyle açıklamaktadır: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu hadisi Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’in değerini göstermek için farklı yerlerde söylemiş olabilir, bunlarda bir çelişki yoktur.”‌

Aynı sayfanın başında ise şöyle diyor: “Sahih bir rivayette ise şöyle yer almıştır:”‌Size iki emanet bırakıyorum, onlara uyduğunuz müddetçe asla sapmazsınız, bunlar Allah-u Teala’nın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyti’mdir.”‌

Taberani ise bu hadisi biraz fazlalıkla şöyle rivayet etmektedir:

“Sizden Kur’ân’ı ve Ehl-i Beyt’imi soracağım, o halde onlardan öne geçmeyin ve onlardan geri kalmayın; yoksa helak olursunuz; onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın; zira onlar sizden daha bilgilidir.”‌

İbn-i Hacer kitabının 92. sayfasının sonunda bu hadisi Taberani ve benzerlerinden rivayet ettikten sonra onca taassubuna rağmen şöyle diyor: “Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’in Sekaleyn olarak adlandırılmasının sebebi bu ikisinin her açıdan ağır ve vakarlı oluşlarıdır. Çünkü sıkldan maksat; temiz, beğenilmiş, değerli ve çok faydalı olan şeydir; onlar her türlü pislikten arınmıştır. Her ikisi de din ilminin madeni, ilmi hikmet ve sırlar ve şer’i hüküm ve kanunlardır.”‌

Bu yüzden Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onlara sarılmayı ve onlardan öğrenmeyi emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) bir yerde şöyle buyuruyor: “Hamd olsun O Allah’a ki, hikmeti biz Ehl-i Beyt’te karar kılmıştır.”‌

Bazılarına göre de Kur’an’la Ehl-i Beyt’i “Sekaleyn”‌ olarak adlandırılmasının sebebi, haklarına riayetin lüzumudur. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i bu kadar tavsiye etmesinin sebebi de onların Kur’ân ve Sünnet hususunda bilgili oluşlarıdır.

Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt (a.s), havuzun başında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e varıncaya kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır. Bu beyanın delili de daha önce geçen; “Onlara öğretmeye kalkışmayın; zira onlar sizden daha bilgindirler.”‌ rivayetidir. Zira Allah-u Teala onları tertemiz yaratmış, üstün keramet ve faziletlerle topluma tanıtmıştır.

Ehl-i Beyt’e sarılma emrini içeren rivayette bir ince nükte vardır; o da şu ki; kıyamet gününe kadar dünyanın, Allah-u Teala tarafından İlahi hükümleri yaymakla görevlendirilen Ehl-i Beyt (a.s)’dan asla boş kalmayacağıdır.”‌

Ne ilginçtir ki kendisi de, Ehl-i Beyt (a.s)’dan ilmi yüce mertebelere ve ameli dini vazifelere sahip olanların Ehl-i Beyt (a.s)’dan olmayanlara öncelik arz ettiğini bizzat itiraf etmektedir.

Buna rağmen kendisi Resulullah (s.a.a)’in bu emrinin tam tersine öncelik hakkı olmayanları öne geçirmiş ve Ehl-i Beyt (a.s)’ı terk etmiştir. (Ey basiret sahipleri ibret alın! Fitnelerden ve bağnazlıktan Allah-u Teala’ya sığınırız!)

Şimdi siz beylerden insaf istiyorum, Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uymayı ümmetin kurtuluş ve saadeti için yegane yol bilen bu açık emirler karşısında görevimiz nedir? Beyler, yol oldukça tehlikeli ve incedir, geçmişlerin adetini bırakın; ilim, ahlak ve insafa sarılın. Acaba biz de Kur’ân’ı değiştirip zaman ve mekanın gerektirdiği başka bir kitabı seçebilir miyiz?

Seyyid: Asla böyle bir şey olmaz; çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emaneti, semavi muhkem bir senet ve büyük bir kılavuzdur.

Davetçi: Aferin! İşte gerçek budur; Kur’ân’ı nasıl değiştiremezsek Kur’ân-ı Kerim’in eşi ve dengi olan Ehl-i Beyt’i de terk edemeyiz. O halde Ehl-i Beyt (a.s)’dan olmayanı nasıl Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirdiler? Bendenizin bu sade sorusunu cevaplayın. Acaba Ebu Bekir, Ömer ve Osman, haklarında birçok ayet ve rivayet bulunan Ehl-i Beyt (a.s)’dan olabilir mi ki biz de Resulullah (s.a.a)’in hükmü gereği onlara itaat etmek zorunda olalım?!

Seyyid: Asla, hiç kimse Ali dışında diğer reşit halifelerin Ehl-i Beyt (a.s)’dan olduğunu söylememiştir; ama onlar Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in salih sahabelerindendiler.

Davetçi: Lütfen söyleyin; Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir ferde veya topluluğa itaati emredince bazısının; “Başkalarına uymamız bizim salahımızadır”‌ demesi doğru mudur? O diğer insanlar her ne kadar mümin ve salih bile olsalar, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrine mi uymamız icab eder, yoksa ümmetin salihlerine mi?

Körü Körüne Taklit Etmek İnsana Yakışmaz

Davetçi: Resulullah (s.a.a), Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e birlikte sarılmayı ve onların önüne hiç kimseyi geçirmemeyi emretmiştir. O halde neden başkalarını en bilgili ve en faziletli olan Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirmişlerdir? Eb’ul-Hasan Ali bin İsmail Eş’ari, Vasıl bin Ata, Malik bin Enes, Ebu Hanife, Muhammed bin İdris eş-Şafii ve Ahmed bin Hanbel mi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’dir, yoksa Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen diğer on bir İmam mı? İnsafla açıkça cevap veriniz.

Seyyid: Şüphesiz hiç kimse onların Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olduğunu söylememiştir. Ama bilindiği gibi onlar da ümmetin seçkinleri, fakihleri ve salihleriydi.

Davetçi: Ama bilindiği gibi ümmetin hepsinin ittifakıyla, on iki İmamımızın hepsi de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’dirler. Sizin kendi alimlerinizin de itiraf etmiş olduğu gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a), Ehl-i Beyt’i Kur’ân-ı Kerim’in dengi kabul etmiş, itaatlerini kurtuluş sebebi bilmiş ve açıkça onların herkesten daha bilgili olduğunu buyurarak onlardan öne geçilmemesini emretmiştir.

Bu kadar önemle vurgulanan apaçık emirlere rağmen ne cevap vereceksiniz? Peygamber-i Ekrem (s.a.a); “Neden emrime uymadınız, hepinizden daha bilgili olan Ehl-i Beyt’ime başkalarını neden tercih ettiniz; halbuki bilindiği gibi ben onlardan öne geçilmemesini istemiştim?”‌ diye sorarsa ne cevap vereceksiniz?

O halde Şiiler kendi mezheplerini, Resulullah (s.a.a)’in emri gereğince risalet ilminin kapısı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den ve O’nun tertemiz Ehl-i Beyti’nden almışlardır. Hz. Ali (a.s), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) birbiri ardınca bu mezhebe kaynaklık etmişlerdir.

Ama usullerde Eş’ari veya Mutezile, füruda ise Maliki, Hanbeli, Hanefi ve Şafii olanlar, onlara uyma konusunda Resulullah (s.a.a)’dan bir emir almışlar mıdır?

Onlar her şeyden önce Ehl-i Beyt (a.s)’dan değillerdir ve onlara uyulması noktasında hiçbir emir yoktur. İkinci olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den sonra sahabe ve tabiin dönemi olan üç asra kadar da asla isimleri geçmemiş, sonraları siyaset veya bilemediğim başka sebeplerden dolayı ortaya çıkmışlardır.

Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olan İmamlar, özellikle İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (aleyhum’us- selam) Peygamber-i Ekrem zamanında yaşamış, ashab-ı kisa’dan ve tathir ayetinin muhataplarından bile olmuşlardır.

Acaba Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emri sebebiyle Ehl-i Beyt’e uyan Şii Müslümanları, müşrik, kafir ve kanları helal ilan etmek doğru mudur?

Onlar yapmamaları gereken işleri yaptılar. Onlar ehliyeti olmayanları öne geçirdiler ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olmayanları tercih ettiler. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) hususunda sizinle bir çekişmemiz de yok ve sizleri kafir ve müşrik olarak da ilan etmiyoruz, sizleri dini kardeşlerimiz sayıyoruz.

Ama siz zavallı halkı kandırıp Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle Ehl-i Beyt’e (a.s) uyan Şii Müslümanları kafir, müşrik, Rafızî ve bidat ehli olarak ilan etmekle İlahi adalet mahkemesinde ne cevap vereceksiniz?

İnsan İlim ve Akıla Uymalıdır

Neden Hanefi, Maliki, Hanbeli veya Şafii değil de Ehl-i Beyt İmamlarından olan Cafer bin Muhammed Sadık (a.s)’ın mezhebine uyuyorsunuz? diyerek bizleri suçluyoruz? Oysa biz Şiilerin kimseye karşı kin ve düşmanlıkları yoktur. Ama bilindiği gibi akıl ve bilgi, bize körü körüne yürümememizi emretmektedir. Semavi Hak kitap olan Kur’ân da bize şöyle kılavuzluk etmektedir:

“Sözü dinleyip de en iyisine uyan kulları müjdele”‌[5]

Biz de delil ve burhan olmadan kimseye uymayız, bizim kılavuzumuz Allah-u Teala ve Resulullah (s.a.a)’dir.

Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bize hangi yolu gösterirse o yoldan gideriz. Bu yüzden Kur’ân ayetlerinde ve sizin muteber kitaplarınızda yer alan birçok nebevi hadislerde (ki Şia’da mütevatirdir) sayısız delil ve burhan bizlere hak yolun Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ine uymak olduğunu göstermektedir.

Eğer siz kendi hadislerinizden de olsa, usulde Eş’ari veya Mutezili, füruda ise dört mezhepten birine uymayı emreden bir tek hadis gösterecek olursanız, bendeniz hemen teslim olur ve sizden olduğumu ilan ederim. Ama bilindiği gibi kesinlikle böyle bir deliliniz yoktur. Sadece onların İslâmi fakihlerden olduğunu söyleyebilir ve hicri 666 yılında Melik Tahir Bibres’in bu dört mezhepten birini taklit etmeye zorladığını söyleyebilirsiniz. Şu anda bu olayı detaylıca anlatmaya vaktimiz yoktur.

Özel izin ve nass olmadan sadece bu dört imamın taklit edilmesi gerektiğini söylemenin bütün İslâm alimleri ve fakihlerine apaçık bir zulüm olduğunu ve onların ilmi haklarını zayi ettiğini söylemiyorum.

Halbuki bilindiği gibi tarihin de gösterdiği üzere İslâm’da özellikle de kendi mezhebinizde birçok alim ve fakih çıkmıştır. Elde olan ilmi ölçüler üzerince bu dört mezhep imamından daha bilgili ve daha fakih idiler. Dolayısıyla onların hakkı zayi edilmiştir.

Gerçekten bizzat kendi alimlerinizin muteber kitaplarında yer alan onca açık delil ve naslara rağmen Hz. Ali (a.s)’a uymaya yanaşmamanız çok ilginçtir. Halbuki bilindiği gibi Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birçok ayet ve rivayetlerde Müslümanlara Hz. Ali’yi tanıtmışlardır. Ama bilindiği gibi öte yandan hiçbir delil ve nassınız olmamasına rağmen sadece dört imamı taklit ediyor, onlara uyuyor ve içtihat kapısını da kapatıyorsunuz.

Seyyid: Siz “On iki İmam’a”‌ uymayı mecburi kıldığınız deliller üzere, biz de dört imama uymayı mecbur kılmışız.

Davetçi: Aferin! Aferin! Ne kadar güzel beyan ettiniz. Ben burhan ve delile uyarım; eğer deliliniz varsa söyleyin. Nitekim Kur’ân da şöyle buyuruyor. “De ki: Doğru sözlü iseniz delilinizi getirin”‌[6]

Evvela; “On İki İmamı”‌ Şiiler veya onların sonraki asırlarda yaşayan alimleri, kendilerince on ikiyle sınırlandırmamışlardır. Aksine bizden ve sizden rivayet edilen rivayetler ile birçok naslar, bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in İmamları on iki kişiyle sınırlandırdığını beyan etmektedir.

Halifelerin On İki Kişi Olduğunu Peygamber (s.a.a)’in Kendisi Beyan Etmiştir

Nitekim bizzat kendi alimleriniz de bunu itiraf etmiştir. Bu cümleden Şeyh Süleyman Kunduzi Hanefi Yenabi’ul- Mevedde kitabının (İstanbul baskısı) 77. babının başında, 444. sayfada şöyle diyor: “Peygamber-i Ekrem’in; “Benden sonra halifeler 12 kişidir”‌ hadisinin tahkiki…”‌

Bir rivayeti naklettikten sonra şöyle diyor:

“Yahya bin Hasan “el-Umde”‌ kitabında, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den sonra halifelerin 12 kişi olup hepsinin de Kureyş’ten olduğuna dair 20 yoldan rivayet etmiştir. Sahih-i Buhari’de üç yoldan, Sahih-i Müslim’de dokuz yoldan, Sünen-i Ebi Davud’da üç yoldan, Sünen-i Tirmizi’de bir yoldan ve Hamidi’nin Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de ise üç yoldan rivayet edilmiştir.”‌

Sizin diğer alimleriniz de bu cümleden olarak Himvini Feraid’de, Harezmi ve İbn-i Meğazili Menakıb kitaplarında, imam Sa’lebi Tefsirinde, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa şerhinde ve özellikle Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ül- Kurba’nın 10. Mevedde’sinde; Abdullah bin Mes’ud, Cabir bin Semure, Selman-i Farsi, Abdullah bin Abbas, Abaye bin Rıb’i, Zeyd bin Harise, Ebu Hureyre ve Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali (a.s)’dan muhtelif yollarla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Benden sonraki, halife ve İmamlar on iki kişidir; hepsi de Kureyş’dendir.”‌

Bazı rivayetlerde ise “Beni Haşim’den olduğu”‌ yer almıştır. Bazı rivayetlerde bizzat isimleri zikredilmiş, bazılarında ise sadece sayıyla sayılmıştır.

Bunlar sizin muteber kitaplarınızda yer alan rivayetlerdir. Şimdi eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den dört halife ile ilgili bir rivayetiniz varsa söyleyin, biz de teslim olalım.

Ayrıca söylemek gerekir ki sizin dört imam hakkında da bir rivayetiniz yoktur. Şia İmamları ile sizin imamlarınız arasında çok büyük farklar vardır. Önceki gecelerde de işaret etmiş olduğum gibi bizim on iki İmamımız Resulullah (s.a.a)’in vasileri ve Allah-u Teala’nın tayin etmiş olduğu kimselerdir.

Asla sizin dört imamla mukayese edilemez. Sizin imamlarınızın fıkıh ve içtihat yönü vardır. Onlardan bazısı örneğin Ebu Hanife, bizzat kendi alimlerinizin itiraf etmiş olduğu üzere hadis, fıkıh ve içtihat ehli değildi. Ebu Hanife kıyas ehliydi, bu da onun bilgisizliğini göstermektedir. Ama bilindiği gibi bizim on iki İmamımız İlahi hüccetler, vasiler ve Resulullah (s.a.a)’in halifeleridir.

Biz O’nları taklit etmiyoruz; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emri gereği O’nların yolunu izliyoruz. Ama her dönem ve zamanda varolan Şii fakihler ve müçtehitler İlahi ahkamı, kitap, sünnet, akıl ve icma ölçüleriyle istinbat etmekte ve hüküm çıkarmaktadırlar. Biz de onların fetvalarıyla amel ediyor ve taklit ediyoruz.

Sizin fakihleriniz Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının öğrencileriydi; siz taklit ve adet üzere ilim ve amel üstatlarını bırakıp ilmi temelleri görmezlikten gelerek kıyas ve reyle amel eden öğrencilerine uydunuz.

Seyyid: İmamlarımızın sizin İmamlarınızdan ilim öğrendiği nereden bellidir?

İmam Sadık (a.s)’ın Makamına İşaret

Davetçi: Hem tarihi gerçekler, hem de kitaplarınızdaki kayıtlar bunu göstermektedir. Büyük ve değerli alimleriniz kendi kitaplarında bunu itiraf etmişlerdir. Bu konuda değerli alim Nuruddin bin Sabbağ-i Maliki’nin “Fusul’ul- Muhimme”‌ kitabının İmam Sadık (a.s) faslına müracaat ediniz. İmam Sadık’ın ilim ve fazileti hakkında şöyle diyor:

 “İmam Sadık (a.s) ilim ve fazilette seçkin ve üstün birisi idi; ilim öğrenmek peşinde olan kimseler dört taraftan kendisine akın ediyorlardı. İmam’ın şöhreti bütün bölgelere yayılmıştı, alimler Ehl-i Beyt’in hiçbirinden, ondan naklettikleri kadar hadis rivayet etmemişlerdir. Ümmetin büyük alimlerinden Yahya bin Said, İbn-i Cüreyh, Malik bin Enes, Sufyan-ı Sevri, Ebu Uyeyne, Ebu Eyyub Secistani, Ebu Hanife, Şu’be ve daha bir çoğu İmam Sadık’tan rivayet etmişlerdir.”‌

Kemaluddin bin Ebi Talha, Menakıb’ında şöyle diyor: “Birçok din imamları ve büyük alimler İmam Sadık’tan hadis rivayet edip onun ilim ve bilgisinden istifade etmişlerdir.”‌ Daha sonra da “Fusul’ul- Muhimme”‌ yazarının saydığı isimleri sıralamıştır.

İmam’ın zahiri ve batıni kemal ve faziletleri, dost ve düşman herkesin kabul gördüğü bir şeydi. Bunu insaf ehli büyük alimleriniz de kitaplarında kaydetmişlerdir. Örneğin; Şehristani “Milel ve Nihel”‌ kitabında, Maliki de Fusul’ul- Muhimme’de... Özellikle Şeyh Abdurrahman Silmi Tabakat’ul- Meşayih’te şöyle diyor:

“İmam Cafer-i Sadık, bütün emsallerinden üstündü; İmam dinde garizi bir ilme sahipti, dünyaya karşı zahit, şehvetlerden uzak ve hikmetlerde kamil bir kültüre sahipti.”‌

Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Seul’un 6. babının başında, bu mananı bütününü rivayet ederek şöyle diyor:

“İmam Sadık Ehl-i Beyt’in büyüklerinden ve sayılanlarından idi. Bütün ilimlerin ve ibadetlerin ehliydi, sürekli zikrediyor, apaçık züht içinde yaşıyordu. Kur’ân okumaya büyük iştiyak duyuyor, Kur’ân denizinden inciler çıkarıyor, ilginç sonuçlar alıyordu. Vaktini her türlü itaate ayırmıştı, nefsini hesaba çekiyor, sürekli ahireti anıyordu. O’nun sözlerini dinlemek insanı dünyada zahid kılıyor, hidayetine uymak insana cenneti kazandırıyordu. Yanaklarındaki nur onun nübüvvet hanedanından olduğuna şehadet ediyordu. Amellerinin temizliği O’nun risalet soyundan olduğunu gösteriyordu. Birçok imamlar ve büyük şahsiyetler ilminden istifade etmiş ve kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. Yahya bin Said’il- Ensari, İbn-i Cüreyh, Malik bin Enes, Sevri, İbn-i Uyeyne, Şu’be, Eyyub-i Secistani vb. O’ndan ilim aldıkları için övünüyor ve çağdaşlarına O’ndan aldıkları ilim ve hadisler sebebiyle üstünlük taslıyorlardı.”‌

Eğer alimlerinizin İmam Sadık (a.s) hakkındaki görüş ve inançlarını rivayet edecek olursak, söz oldukça uzar. Özetle diyecek olursak, bütün insaflı alimleriniz, İmam’ın ilim, züht, takva ve güzel ahlakta zamanının en üstünü olduğunu itiraf etmişlerdir.

Elbette o imamet güneşini ve sahip olduğu yüce makamlarını bu nakıs dille ifade edebilmek mümkün değildir.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Sözünüzü kestiğim için özür dilerim; unutkan olduğumdan dolayı izin verirseniz bir şey sormak istiyorum.

Davetçi: Önemli değil, istediğiniz zaman soru sorunuz, ben asla sıkılmam.

Nevvab: Geçen gecelerde de beyan ettiğiniz gibi Şia mezhebi on iki İmam mezhebidir, o halde neden Caferi Mezhebi diyorlar?


[1] - Hucurat/14.

[2] - Nisa/94.

[3] - Yani her Müslüman mümin değildir; ama bilindiği gibi her mümin müslümandır. (Çev.)

[4] - Saffat/24. Şii ve Sünni yollardan rivayet edilen birçok muteber rivayetlerde İbn-i Hacer'in de ayetin tefsirinde yer verdiği birçok hadiste ümmetin kıyamet gününde Hz. Ali (a.s)’ın velayetinden hesaba çekileceği yer almıştır.

[5] - Zümer/19.

[6] - Bakara/105.

[7] - “Na’sel”‌ sözlükte; yaşlı ahmak ve erkek sırtlan anlamına gelir. (Çev.)

PEŞAVER GECELERİ:İmam Hüseyin (a.s)’ın Kıyamı,“La İlahe İllallah”‌‌‌ Şeceresini Korumak İçin Gerçekleşmiştir

PEŞAVER GECELERİ:“Ali’yi Sevmek Hasenedir”‌‌ Hadisinin Ehl-i Sünnet Kitaplarından Senetleri ve Manası

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)